T-11-15 Suedtırol Kararı

COĞRAFİ YER ADLARININ MARKA OLARAK KULLANABİLİRLİĞİ –AB Adalet Divanı

Genel Mahkemesi’nin 20 Temmuz 2016 tarihli SUEDTIROL kararı (T-11/15)

Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın bu kararı coğrafi yer adlarının marka olarak tescil edilebilirliğinin hangi koşullar altında mümkün olduğuna ilişkindir.

INTERNET CONSULTING GmBH adlı bir İtalya şirketinin EUIPO nezdinde yaptığı marka başvurusu üzerine, SUEDTIROL ibareli marka 35, 39 ve 42. sınıflarda 16 Aralık 2011 tarihinde tescil edilmiştir.

SUEDTIROL ibaresi (Almanca’da Südtirol, İtalyanca’da Südritolo, Türkçe’de Güney Tirol) kuzey İtalya’daki özerk bir bölgenin adı olup, bölgede hem Almanca hem de İtalyanca konuşulmaktadır. Oldukça zengin olan bu bölge aynı zamanda Alto Adige yani Yukarı Adige olarak da bilinmektedir.

Anılan tescili takiben, 3 Ocak 2012 tarihinde, LA PROVINCIAL AUTONOMA DI BOLZANO-ALTO ADIGE bölgesi, 207/2009 sayılı regülasyonun 52/1-a ve 7/1-c maddeleri içeriğindeki itiraza konu markanın kuzey İtalya’da bulunan, özerk Trentin-Haut-Adige/Tyrol du Sud (bundan sonra Güney Tirol bölgesi olarak anılacaktır.) bölgesine ait coğrafi isim belirttiği gerekçeleriyle marka başvurusunun tümden iptalini talep etmiştir.

15 Şubat 2013 tarihli kararla İtiraz Birimi, itiraz talebini reddetmiş; bunun üzerine 207/2009 sayılı regülasyonun 58 ve devamındaki maddeler uyarınca red kararı temyiz edilmiştir. 10 Ekim 2014 tarihli karar ile Daire, red kararının 207/2009 sayılı regülasyonun  52/1-a  ve  7/1-c  maddelerine  aykırı  olarak  verildiği  gerekçesi ile anılan markanın iptaline karar vermiştir. Bu karara karşı yapılan itiraz da reddedilerek  markanın  207/2009  sayılı  regülasyonun  7/1-c  maddesine   aykırı olduğu gerekçesiyle hükümsüz kılındığı kararı kesinleşmiştir.

Usuli incelemede LA PROVINCIAL AUTONOMA DI BOLZANO-ALTO ADIGE bölgesinin yani gerçek kişi olmayan bir “bölge”nin itiraz etme hakkına sahip olup olmadığıdır. İlgili madde (207/2009 sayılı regülasyonun 56/1-a maddesi) tüm gerçek ve tüzel kişilerin itiraz hakkına sahip olduğu şeklinde düzenlendiğinden, bu hususta Daire’nin aksi bir kararı bulunmamaktadır.

Esastan incelemeye bakıldığında ise, SUEDTİROL ibaresinin marka olarak red sebepleri aşağıdaki şekilde özetlenmiştir:

  • SÜDRİTOL ibaresinin Almanca bir kullanım olduğunu, İtalya’nın en kuzey ve en zengin vilayetlerinden olduğu, özerkliğinin de İtalyan Anayasası tarafından tanındığını,
  • Ilgili halk tarafından bu bölgenin tanınır olduğu, Avrupa Birliği’nin İtalyan ve Alman tüketicileri tarafından Güney Tirol bölgesinin bilinir olduğu, dolayısı ile itiraza konu markanın bu halk açısından kapsadığı sınıflar üzerinde hizmetlerinin sunulduğu yeri belirttiği şeklinde algılanabileceği,
  • Bu sebeple SUEDTIROL ibaresinin kamu menfaati açısından korunması gerektiği,
  • Markanın kapsadığı hizmetlere bakıldığında, markanın bu hizmetlerin cinsine ve niteliğine yakın bir bağ oluşturmayacak şekilde bir özellik ihtiva etmediği,
  • Özellikle 35 ve 42. Sınıflarda yer alan hizmetlerin Güney Tirol’de sunulduğunun anlaşılacağı,
  • Güney Tirol’deki önemli sayıda şirketin ticaret unvanında SÜDRİTOL veya SUEDTIROL ibaresinin bulunması da bu ibarenin bir coğrafi yer adı olduğunu doğrulamaktadır.

Bunlara göre gerekçelere bakıldığında, ilk gerekçe 207/2009 sayılı regülasyonun 5 ve 56. Maddelerinin ihlali ve yanlış kullanımına ilişkindir. Anılan maddelere göre ilk iddia LA PROVINCIAL AUTONOMA DI BOLZANO-ALTO ADIGE bölgesinin marka hükümsüzlüğü talebinde bulunma yetkisinin olmadığı yönündedir. Anılan maddelere göre haklı bir sebep sunan “tüm gerçek ve tüzel kişiler” in itiraz hakkının olduğu, ancak “kamu tüzel kişileri”nin bunun dışında kaldığıdır. Kamu tüzel kişilerinin itiraz hakkı olanlar kapsamının dışında kaldığına ilişkin açık bir hüküm bulunmadığından, kamu tüzel kişilerini kapsam dışı bırakacak şekilde yorumlanamayacağı, aksine mutlak red sebeplerinin herkes tarafından ileri sürülebileceği gerekçeleriyle İtiraz Birimi anılan ilk gerekçeyi reddetmiş ve LA PROVINCIAL AUTONOMA DI BOLZANO-ALTO ADIGE bölgesinin mutlak red talebinde bulunma yetkisi olduğuna kanaat getirmiştir.

İkinci gerekçe olan 207/2009 sayılı regülasyonun 7/1-c, 12 ve 52. maddelerinin ihlali ve yanlış kullanımına ilişkindir. 7. madde markanın şu anda veya gelecekte kapsadığı emtia ve hizmetlerle bağlantı yaratan, bunların cins ve niteliğine yakın olan bir coğrafi yer adının marka olarak tescilinin mümkün olmadığını içermektedir. Buna ek olarak, emtialardan farklı olarak hizmetler şirketin faaliyet gösterdiği yerin özelliklerini taşımazlar. Hizmetler, bazı bölgelere has tipik servisler dışında, coğrafi kökenleri ile değil, hizmeti verme ve sunma şekilleriyle tanımlanırlar. Şirket merkezi veyahut hizmetin verildiği yerler değişkendir. Bu sebeple, yer ve hizmet arasındaki bağ kolayca ayrışır. Bu bağ ne denli zayıfsa, marka o denli güçlüdür. Önemli olan, bu olası bağlantının marka tescili sırasında var olmasıdır. Somut durumda buna ilişkin hiçbir delil sunulamamıştır.

Bir diğer gerekçe madde olan 12. maddeye bakıldığında, b bendinde üçüncü bir kişinin adında veya ticari adında, marka tescilinden bağımsız olarak “SUEDTİROL” ibaresini kullanabileceği belirtilmektedir. Yani bu kullanım sayesinde anılan ibare iş hayatında yeterli şekilde korunabilmektedir. Ancak somut durumda bu madde İtiraz Dairesi tarafından hiç gündeme alınmamıştır.

7. maddeye yani mutlak red nedenine bakıldığında “ticaret alanında cins, çeşit, vasıf, kalite, miktar, amaç, değer, coğrafi kaynak belirten (…) işaret ve adlandırmaları münhasıran veya esas unsur olarak içeren markalar” tescil edilemez şeklindedir. Somut durumda da SUEDTİROL ibaresinin münhasıran marka olarak tescil talep edilediğinden, anılan mutlak red nedeninin var olduğu açıktır. Böyle bir red halinin varlığı karşısında Daire’nin diğer gerekçeleri detaylıca incelememesi de son derece olağandır.

Son olan gerekçeye bakıldığında da, 52/1-a maddesinde kamu menfaati kavramı1 karşımıza çıkmaktadır. Markalardaki tanımlayıcı işaret veya betimlemelerin herkes tarafından özgürce kullanılabilmesi gerekmektedir. Marka tescili sahibine aynı işaretin başkaları tarafından kullanılmasını yasaklama hakkını verdiğine göre, bir işaretin marka olarak seçilmesi ve tescil edilmesinde, kamunun menfaatinin de gözetilmesi gerekmektedir. Somut durumdaki gibi bölge isimlerinin münhasır sözcük olarak sadece bir kişi/firma lehine tesciline olanak tanımak demek, birer coğrafi yer adı yani genel anlamda kamu işareti olan bu ibarelerin artık başkaları tarafından markaları içinde kullanılamaması sonucunu doğuracaktır. Yani bu madde ile coğrafi yer adlarının bir şirket tekelinde marka olarak kullanılması engellenmektedir.(2)

Kamu menfaatinin korunmasının önemi sadece markanın kapsadığı mal veya hizmetlerin kalitesini belli etmesi değil, markanın tüketicinin tercihlerini de etkilemesidir. Mesela, bir bölge adının olumlu bir düşünce yaratması tüketici üzerinde malı satın alırken de aynı olumlu hissi yaratacaktır.(3) Bu görüşler davacının belirttiğinin aksine sadece mallar üzerinde değil, servisler için de geçerlidir.

Buna ek olarak bir yandan, daha önceden bir marka olarak tescil edilmiş, kapsadığı mal veya hizmetler açısından bilinir hale gelen ve dolayısı ile bu mal ve hizmetler ile arasında bir bağ oluşan bölge adlarının marka olarak tescil edilemeyeceği, diğer bir yandan da coğrafi köken belirten ibareler, bu köken ile ilişkili hizmet sunan şirketlerin kullanımına bırakılmalıdır.

Birlik hukukçuları, 7. Madde ile ilişkili olarak coğrafi adların marka olarak tescilinin ancak 2081/92 sayılı Zirai Ve Gıda Ürünlerine İlişkin Coğrafi Işaretlerin Ve Menşe Belirten Ibarelerin Korunmasina İlişkin regülasyonda belirlenen koşullar sağlandığında mümkün olduğunu belirmektedirler.

(2) Nordmilch/OHMI –OLDENBURGER- , T-295/01, EU:T:2003:26, 15 Ekim 2003
(3) Windsurfing Chiemsee, C-108-97 ve C-109/97, eu:c:1999:230, 4 Mayıs 1999

Yine de, 7. maddenin ilgili kesim tarafından coğrafi yer olarak tanınmayan veya ilgili kesimin coğrafi yerin nitelikleri ile tescilin talep edilediği mal ve hizmetlerin cinsi arasındaki bağı kuramayacağı hallerde coğrafi adların tescilinin engellediği söylenememektedir. Ancak bu hususların ispatı son derece zordur.

Coğrafi yer ve hizmet bağının yanı sıra, tescili talep edilen ibarenin tanımlayıcı olup olmadığı incelemesi bir yandan ilgili mal ve hizmet ile, diğer bir yandan da ilgili halkın algısı ile ölçülmektedir.

İlk olarak “ilgili halk” kavramını somut olaya göre değerlendirdiğimizde, davaya konu SUEDTİROL ibaresinin, yukarıda açıkladığımız üzere Birliğe ait hem İtalyan hem de Alman halkı tarafından anlaşılır bir ibare olduğu görülmektedir. Almanca’da yazım farklılığından kaynaklı SÜDTİROL şeklinde kullanılmaktadır. Markanın kapsadığı sınıflara bakıldığında, özellikle 35 ve 42. sınıflarda yani ticari iş yönetimi, büro hizmetleri, bilimsel ve sinai inceleme, araştırma, bilgisayar hizmetlerinden faydalananların özel tüketici oluşturduğunu söylemek gerekir. Her ne kadar bu hizmetler serbest çalışanlara da hitap etmekteyse de, bu kişiler de profesyonel çalışan sayıldığında “özel/uzman halk” arasında görülmektedir. Somut durumda bu hizmetlerin dışında kalan ambalajlama, depolama ve hukuki hizmetler ise hem ilgili hem de ortalama tüketiciye hitap etmektedir. Dolayısı ile somut durumda hedef kitlenin çoğunluğu “özel/uzman halk” yani daha dikkatli tüketicilerden oluşmaktadır.

Bu anlamda Mahkeme daha önce aldığı bir kararda, marka başvurusu yapılan işaretin 7. Madde bakımından hedeflenen halk için bir red sebebi oluşturmasını markanın reddi için yeterli görmüş, ortalama tüketici açısından ayrı bir değerlendirme yapmamıştır.(4)

Aynı şekilde somut durumda da Mahkeme ilgili halkın İtalyan ve Almanlardan oluştuğu gerekçesi ile tüketicinin dikkat seviyesini “yüksek” görmüştür.

BREYTOB-DESIGN/OHMI, T-520/14, EU:T:2015:884, 25 Kasım 2015

İkinci olarak, somut ibarenin 7. madde anlamında tanımlayıcı olması için hem markanın anılan halk tarafından bilinir olması, hem de kapsadığı hizmetler anlamında yine anılan halkın gözünde şu an veya gelecekte itiraza konu ibare ile bir bağlantı yaratması gerekmektedir. Anılan bağlantı ne denli yüksek ise marka  o denli tanımlayıcı yani zayıftır.

Somut durumda SUEDTİROL ibaresi ilgili halk tarafından Güney Tirol’u hatırlatan bir ibaredir. Bu ibare, tarihi, coğrafi konumu, özerkliği, özel dil rejimi ve ekonomisi sayesinde marka başvurusundan çok daha önce ilgili halk tarafından bilinmektedir. Dolayısı ile hiç bir ayırt ediciliği bulunmamaktadır.

Güney Tirol bölgesi refah oranı çok yüksek ve canlı ekonomisi olan bir bölge olarak bilinmektedir. Her ne kadar davacı tarafından sunulmamıış olsa da, somut durumdaki hizmetler önemli bir ekonomiye sahip olan her bölgede bulunabilen hizmetlerdir.

İlgili halkın markayı belli ve özel bir kalitede düşünmesi olağandır. Dolayısı ile bölgenin yukarıda belirtilen özellikleri göz önüne alındığında, bu kalite olumlu yönde olacaktır. Yani ibare, kullanıcıları için pozitif bir imaj sergilemektedir. Bu durumda SUEDTİROL ibaresinin marka olarak tescili hem coğrafi yer adı olarak, hem de kapsadığı hizmetlerin bu yerden geldiği varsayımı yaratacaktır.

Yukarıda açıkladığımız üzere 7. madde bir coğrafi yer adının sadece bir şirket için tescil edilmesi, yani o şirket için tekelleştirilmesinin de engellenmesini amaçlamaktadır. Aksi halde aynı bölgede bulunan diğer şirketlerle rekabeti yaralar bir durum söz konusu olacaktır. Somut bölge dahilinde değerlendirme yapıldığında, SUEDTİROL bölgesinin çok geniş bir ürün ve hizmet ağı olduğundan yola çıkarak 7. maddenin bu açıdan da uygulanabilir olduğu görülmektedir. Ancak zaten coğrafi ibarenin marka olarak münhasıran kullanıldığı bu halde, EUIPO’nın köken ve hizmetler arasındaki bağ üzerinde çok detaylı bir araştırma yapmasına gerek görülmemektedir. Mutlak red nedeni zaten oluşmuştur.

Yukarıda açıkladığımız üzere somut durumda, markanın kapsadığı sınıflar, SUEDTİROL ibaresi ile bu sınıflar arasında bir bağ kurulmamasını sağlayacak ölçüde özellikli değildir. Dolayısı ile anılan tüketici, coğrafi yer ve marka altında sunulacak hizmetler arasında direk bir bağlantı kurabileceğinden anılan markanın 7. sınıf açısından reddi gereklidir.

Yani somut durumdaki marka tescili 7. maddeye tümden aykırı olarak yapılmıştır.

Sonuncu gerekçe ise bu yer adlarının markasal anlamda bir ayırt ediciliğinin olmadığı ve bu sebeple herkes tarafından kullanılabilir olmaları gerektiğidir. Burada karşımıza çıkan kavram dürüstlük kavramıdır. Eğer ki coğrafi yer ismi bir ibare olarak dürüst bir şekilde kullanılırsa, marka olarak tescili mümkündür. Bu kullanım kelime markalarındaki birleşik ve çoklu kelimelerle sağlanabilir bu şekilde coğrafi yer adı içeren tescilli bir marka sahibi hem başkalarının da aynı markayı benzer şekilde kullanımı engelleyememiş hem de ayırt edici bir marka yaratmış olmaktadır.

Bu sebeple ikinci gerkeçe de reddedilerek, redde itiraz reddedilmiş ve markanın hükümsüzlüğüne karar verilmiştir.

Av. Gizem KARPUZOĞLU

6769 Sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu’nun 154. Maddesi Üzerine Bir Değerlendirme

6769 Sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu’nun 154. Maddesi Üzerine Bir Değerlendirme

Ülkemizde, 1995 yılında yürürlüğe giren Kanun Hükmünde Kararnameler, 21 yıl süre ile yürürlükte kalmış, sınai mülkiyet sistemi ve kültürü, bu KHK lerle oturtulmaya çalışılmıştır.

Aradan geçen bu 21 yıl içinde, Anayasa Mahkemesince verilen iptal kararları ile KHK lerde ciddi eksiklikler oluşmuş, 4128 ve 5194 sayılı Kanunlarla bu eksiklikler kısmen de olsa giderilmeye çalışılmıştır.

Bugün, gerçekten de özlemini çektiğimiz Sınai Mülkiyet Kanunu yürürlüğe girdi. Bu Kanunun, mevcut sistemde oldukça fazla yenilik ve değişiklik yaptığını söyleyebiliriz.

Bu yazımızda ise bu yenilik ve değişikliklerden sadece, 6769 sayılı Kanunun 154. Maddesinin, bildirimin dava şartı olup olmaması hususunda getirdiği düzenlemeye ilişkin açıklama yapacağız.

Yürürlükten kaldırılmış olan 551 sayılı Patentlerin Korunması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin 149. Maddesinde düzenlenmiş olan “Patente Tecavüzün Mevcut Olmadığı Hakkında Dava ve Şartları” başlıklı madde, 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanununun Ortak Hükümler bölümü altında 154. maddede ve “Tecavüzün mevcut olmadığına ilişkin dava ve şartları” başlığı ile düzenlenmiştir.

Madde, ortak hükümler bölümünde yer aldığından, sadece patentler açısından değil, tüm sınai haklar açısından da düzenlemenin paralel olduğu açıktır. Biz bu yazımızda konuyu sadece patentler yönünden değerlendireceğiz.

6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanununun 154. Maddesi ile gelen düzenleme, uygulamada tartışma konusu olan, patent sahibine yapılacak bildirimin dava şartı olup olmadığı hususuna net ve kesin bir düzenleme getirmiştir.

Aşağıda, önceki yasal düzenleme ile bu düzenlemenin gerekçesine ve ardından da yeni gelen düzenleme ve bu düzenlemenin gerekçesine yer verip, konu kısaca tartışılacaktır.

551 sayılı KHK

Patente Tecavüzün Mevcut Olmadığı Hakkında Dava Ve Şartları

Madde 149 – Menfaati olan herkes, patent sahibine karşı dava açarak, fiillerinin patentten doğan haklara tecavüz teşkil etmediğine karar verilmesini talep edebilir.

Bu maddenin birinci fıkrasında belirtilen davanın açılmasından önce, kendisinin Türkiye’ye giriştiği veya girişeceği sınai faaliyeti veya bu amaçla yapmış olduğu ciddi ve fiili girişimlerin patentten doğan haklara tecavüz teşkil edip etmediği hakkında, patent sahibinden görüşlerini bildirmesini noter aracılığı ile talep edebilir.

Bu talebin patent sahibine tebliğinden itibaren bir ay içinde patent sahibinin cevap vermemesi veya verilen cevabın menfaat sahibi kişi tarafından kabul edilmemesi halinde, menfaat sahibi bu maddenin birinci fıkrasına göre dava açabilir.

Bu maddenin birinci fıkrasında belirtilen dava, patentten doğan haklara tecavüzden dolayı kendisine karşı dava açılmış bir kişi tarafından açılamaz.

Dava, patent üzerinde hak sahibi bulunan ve Patent Sicili’ne kayıt edilmiş olan, bütün hak sahiplerine tebliğ edilir.

Bu maddede belirtilen dava, patentin hükümsüzlüğü davasıyla birlikte de açılabilir.

551 sayılı KHK 149. Madde gerekçesi şu şekilde idi:

Bir patente tecavüz teşkil edici fiilde bulunmadığını tespit ettirmek isteyen her menfaat sahibi kişilerin talebi üzerine uygulanacak esaslar bu maddede düzenlenmiştir.

Görüldüğü üzere gerekçede, maddeyi yorumlamayı sağlayacak hiçbir detay bulunmamaktadır.

6769 sayılı Sınai Mülkiyet Yasası ile bu düzenleme 154. Maddeye geçmiş ve nihai olarak aşağıdaki şekilde kabul edilmiştir:

Tecavüzün mevcut olmadığına ilişkin dava ve şartları

Madde 154- (1) Menfaati olan herkes, Türkiye’de giriştiği veya girişeceği ticari veya sınai faaliyetin ya da bu amaçla yapmış olduğu ciddi ve fiili girişimlerin sınai mülkiyet hakkına tecavüz teşkil edip etmediği hususunda, hak sahibinden görüşlerini bildirmesini talep edebilir. Bu talebin tebliğinden itibaren bir ay içinde cevap verilmemesi veya verilen cevabın menfaat sahibi tarafından kabul edilmemesi halinde, menfaat sahibi, hak sahibine karşı fiillerinin tecavüz teşkil etmediğine karar verilmesi talebiyle dava açabilir. Bildirimin yapılmış olması, açılacak davada dava şartı olarak aranmaz. Bu dava, kendisine karşı tecavüz davası açılmış bir kişi tarafından açılamaz.

(2) Birinci fıkra uyarınca açılan dava, sicile kayıtlı tüm hak sahiplerine tebliğ edilir.

(3) Birinci fıkra uyarınca açılan dava, hükümsüzlük davasıyla birlikte de açılabilir.

Mahkeme, 99 uncu maddenin üçüncü veya yedinci fıkrası ile 143 üncü maddenin onuncu veya onikinci fıkrası uyarınca yapılan yayımdan önce, öne sürülen iddiaların geçerliliğine ilişkin olarak karar veremez.

(4) Mahkeme, 99 uncu maddenin üçüncü veya yedinci fıkrası ile 143 üncü maddenin onuncu veya on ikinci fıkrası uyarınca yapılan yayımdan önce, öne sürülen iddiaların geçerliliğine ilişkin olarak karar veremez.

Maddenin Adalet Komisyonunda kabul edilen hali ile, nihai olarak yasalaşan metin arasında önemli bir fark bulunmakta olup, işte o farklılık, bu yazımızın temelini oluşturmaktadır. Komisyonda kabul edilen hali şu şekilde idi:

Komisyon tarafından önerilen metin:

Tecavüzün mevcut olmadığına ilişkin dava ve şartları

Madde 154- (1) Menfaati olan herkes, Türkiye’de giriştiği veya girişeceği ticari veya sınai faaliyetin ya da bu amaçla yapmış olduğu ciddi ve fiili girişimlerin sınai mülkiyet hakkına tecavüz teşkil edip etmediği hususunda, hak sahibinden görüşlerini bildirmesini talep eder. Bu talebin tebliğinden itibaren bir ay içinde cevap verilmemesi veya verilen cevabın menfaat sahibi tarafından kabul edilmemesi halinde, menfaat sahibi, hak sahibine karşı fiillerinin tecavüz teşkil etmediğine karar verilmesi talebiyle dava açabilir. Bu dava, kendisine karşı tecavüz davası açılmış bir kişi tarafından açılamaz.

(2) Birinci fıkra uyarınca açılan dava, sicile kayıtlı tüm hak sahiplerine tebliğ edilir.

(3) Birinci fıkra uyarınca açılan dava, hükümsüzlük davasıyla birlikte de açılabilir.

(4) Mahkeme, 99 uncu maddenin üçüncü veya yedinci fıkrası ile 143 üncü maddenin onuncu veya onikinci fıkrası uyarınca yapılan yayımdan önce, öne sürülen iddiaların geçerliliğine ilişkin olarak karar veremez.

Görüldüğü üzere meclisten geçen ve kanunlaşan düzenlemeye bir cümle eklenmiş ve bu ekleme son derece isabetli olmuştur. Bu ekleme:

“Bildirimin yapılmış olması, açılacak davada dava şartı olarak aranmaz.”

cümlesidir.

Esasen 149. maddede yer alan “talep edebilir” ibaresindeki “edebilir” sözcüğünden, bir zorunluluğun olmadığı zaten anlaşılmalıydı. Nitekim, 149. Maddede yer alan bu ibare, uzun yıllar boyunca Mahkemelerce bu şekilde yorumlanmış ve noter aracılığı ile bildirim yapılması dava ön şartı olarak kabul edilmemiştir. Yargıtay 11. Hukuk Dairesi de maddeyi aynı şekilde yorumlamakta ve noter aracılığı ile bildirimi bir dava şartı olarak kabul etmemekte idi.

Sonra aynı Yargıtay Dairesi, önüne gelen bir davada Mahkemece verilmiş olan aksi yöndeki kararı, yani noter aracılığı ile bildirimi dava şartı kabul eden bir kararın da onanması yolunda karar vermiş, ancak bu görüş değişikliğinin gerekçesine anılan ilamda yer vermemiştir.

Anılan ilam, halen karar düzeltme yolu ile Dairenin önünde olup, nihai karar henüz oluşmamıştır. Belki getirilen bu yasal düzenleme ile, aslında olması gereken ilk düşünceye dönülerek, noter aracılığı ile gönderilecek ihtarın bir dava şartı olmadığı kabul edilir. Ancak, Yargıtay’ın aynı dairesinin incelediği karar düzeltme talebinin sonucunda, ilk karardan farklı bir yorum alabileceğimizi düşünmüyorum.

Ancak, burada sorun olarak kalan bir husus bulunmaktadır. 154. maddenin gerekçesi, Hükümetin önerdiği şekline uygun olarak yazılmıştır. Bu hali ile de yasalaşan düzenleme ile çelişkili görünmektedir.

Maddenin uygulanması sırasında, yargılama süreçlerinde taraf vekillerince dile getirilecek bu hususun bu aşamada açıklanmasına ihtiyaç olduğu düşünülmektedir.

154 madde gerekçesi:

Uygulamadaki ve doktrindeki tereddütleri gidermek amacıyla tecavüzün mevcut olmadığına ilişkin davanın açılmasından önce hak sahibine “girişimlerin” hakka tecavüz teşkil edip etmediğinin sorulması ve bildirim bir zorunlu başvuru yolu olarak öngörülmüştür. Bu yolla mahkemelerin iş yükünün azaltılması ve uyuşmazlıkların yargılama olmaksızın giderilmesi amaçlanmıştır. Öte yandan önceki düzenlemelerde yer alan “noter aracılığıyla” ibaresi metne alınmamıştır. Noter aracılığı ile ihtarın, yurt içinde yerleşim yeri bulunmayan kişiler bakımından uygulamada ciddi sorunlara yol açtığı tespit edildiğinden, önceki düzenlemelerde yer alan ve bildirimin şeklini belirten  “noter aracılığıyla” ibaresi yürürlükten kaldırılmıştır. Noter aracılığıyla ihtar, özellikle uluslararası tebliğlerde bürokrasiyi arttıran ve çoğu halde ihtarı imkansızlaştıran bir yöntemdir. Bu haliyle, ihtarın herhangi bir şekilde yapıldığının veya tüm çabalara ve farklı yolların denenmesine rağmen yapılamadığının ispatlanması halinde davanın açılabilmesine olanak tanınmıştır.

şeklindedir. Bu aşamada söz konusu gerekçenin, değişen metin nedeniyle “Uygulamadaki ve doktrindeki tereddütleri gidermek amacıyla tecavüzün mevcut olmadığına ilişkin davanın açılmasından önce hak sahibine “girişimlerin” hakka tecavüz teşkil edip etmediğinin sorulması ve bildirim bir zorunlu başvuru yolu olarak öngörülmüştür. Bu yolla mahkemelerin iş yükünün azaltılması ve uyuşmazlıkların yargılama olmaksızın giderilmesi amaçlanmıştır” kısmının geçerliliğinin bulunmadığının kabulü gerekecektir.

Sonuç olarak gelinen noktada, son derece isabetli ve fazlasıyla açık bir şekilde,

  • Patente tecavüzün olmadığı hakkında dava açılmasından önce bir bildirimde bulunmak isteyen taraf, bunu noter aracılığı ile olmaksızın gönderme imkanına sahip olmuş;
  • Öte yandan bildirim yapılmasının bir dava şartı olmadığı da ifade edilmiştir.

Esasen, yürürlükten kaldırılmış olan 149. Maddenin lafzından yorum yoluyla çıkartılmış ve Yargı kararları ile oturmuş olan bir husus, yıllar sonra yine yargı kararları ile ve gerekçesi açıklanmadan değiştirilmiş ise de, bu durumun bağlayıcı bir yasa metni haline gelmesi sonucunda, artık tartışma konusu olmaktan çıkmış olup, bildirim yapılmasının bir dava şartı olmadığı, açık ve anlaşılır bir şekilde maddede yer almıştır.

Samiye EYUBOĞLU

Ocak 2017

Hague System Expands

After Vietnam became the 61 th country that joins the Geneva Act of the Hague Agreement Concerning the International Registration of Industrial Designs, Samoa joins the Act by becoming the 62 nd member of the 1999 Act as well as Israel becoming the 63 rd country to join the Act. Latest additions increases the total number of the member states up to 73. The Agreement will enter into force for Vietnam on December 30, for Samoa January 2, 2020 and for Israel January 3, 2020.

The Hague System holds a very important place concerning the industrial designs.
After the Hague System enter into force date for the relevant countries, companies and designers can protect their industrial designs in all
73 member countries -including European Union- through a single international application and set of fees.

Domınıcan Republıc Joıns The Lısbon Agreement

On October 17, 2019, the Government of the Dominican Republic deposited to the World Intellectual Property Organization (WIPO) its instrument of accession to the Lisbon Agreement for the Protection of Appellations of Origin and their International Registration. Lisbon Agreement will enter into force for Dominican Republic on January 17, 2020 Dominican Republic’s accession to the Lisbon Agreement raises the number of States that are parties to the Agreement. The Lisbon Agreement for the International Registration of Appellations of Origin offers a means of obtaining protection for an appellation of origin in contracting parties to the Lisbon Agreement through a single registration and one set of fees.

en_USEnglish